Farklı sektörlerden/alanlardan gelen ve ilginç hikayelere sahip olan üyelerimizi tanıyacağımız “Daha Yakından Bak” serisi, farklı meslekleri ve hayatları tanımamıza yardımcı olurken aynı zamanda aklımıza gelen fakat soramadığımız soruların cevaplarını da bulabileceğimiz bir seri olacak. Bu seride daha yakından bakarak büyük resmi tamamlayabileceğimizi görecek, farklı hayatların ve hikayelerin bize kattığı şeylere şaşıracağız. Archerson’ı ve üyelerini sizlere anlatacağımız “Daha Yakından Bak” serimize değerli üyemiz Uzm. Psk. Alara Altınok’la başladık. Daha yakından bakmak için beklemede kalın! UZMAN PSİKOLOG ALARA ALTINOK Bugün değerli üyelerimizden Uzman Psikolog Alara Altınok’u tanıyacağız. Uzm. Psk. Alara Altınok, 2016 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi Psikoloji bölümünden mezun oldu. Eğitiminin son senesinde GATA Psikiyatri Hastanesinde staj yapan Uzm. Psk. Alara Altınok, Prof. Dr. Hanna Nita Scherler’den “Gestalt Terapi Ekolü” eğitimini aldı. 2017 yılında 1,5 sene süren klinik psikoloji yüksek lisansını Okan Üniversitesinde tamamlayan Uzm. Psk. Alara Altınok bu süreç içerisinde Bilişsel Davranışçı Terapi ekolü alanında da eğitim aldı ve bu süre zarfında danışan almaya başladı. Yüksek lisansının son döneminde BDT ekolünün önde gelen isimlerinden biri olan Dr. Emel Stroup’tan ders kapsamından süpervizyon aldı ve Prof. Dr. Hanna Scherler’den ilişkisel yetkinlik, kişilik eğilimleri ve çakralar alanlarında da eğitimler almaya devam etti. Yüksek lisansını bitirme projesini Prof. Dr. Nita Scherler’in referansıyla Gestalt Terapi ekolü üzerine yazarak, 2018 yılında yüksek lisansını tamamladıktan sonra Moodist Hastanesi’nde bağımlılık alanında staj yapmaya başladı. Buradaki sürecini tamamladıktan sonra yine aynı hastanede Prof. Dr. Tamer Aker’in başında olduğu genel psikiyatri katında çalışarak, psikotik bozukluklar, duygu durum bozuklukları, kişilik bozuklukları, kaygı bozuklukları gibi psikopatoloji ve psikiyatri alanında deneyim kazandı. Aldığı eğitimler ve kazandığı deneyimler sonucunda yetişkin psikolojisi ve ikili ilişkiler (kişiler arası dinamik) alanına yöneldi. Moodist Hastanesinden ayrıldıktan sonra birkaç meslektaşıyla beraber Bağdat Caddesi’nde bulunan ofislerinde yetişkin psikolojisi alanında terapi vermeye devam eden Uzm. Psk. Alara Altınok, 2020 yılında pandemi süresi boyunca terapilerine online olarak devam etti. 2021 yılından itibaren de Archerson Acarkent 'te yetişkin psikolojisi alanında birey ve çiftlere yönelik terapi veriyor. Klinik psikolog ve terapi denildiğinde pek çok kişinin aklında bir deri koltuk, terapistin elinde bulunan not defteri görüntüsü ve “Çocukluğunuza dönelim.” söylemi geliyor. Sizce bunun sebebi nedir ve terapi gerçekten öyle bir şey mi? Kısmen evet kısmen değil aslında. Evet herkesin kafasında bir deri koltuk, deri koltukta uzanan bir danışan ve terapistten gelen “Bana çocukluğunuzdan bahseder misiniz?” sorusu gibi bir algı var. Bu Freud’un psikanaliz akımından gelen bir şey aslında. Fakat günümüzde de tabii ki danışanlarımın çocukluğunu soruyorum çünkü bugün yapmış olduğunuz anlamlandırmaların çoğu çocukluğunuzdan geliyor. Yani siz bugün yaşadığınız bir şeye sıkıntı ya da problem gözüyle baktığınızda bunun sebebi geçmişte yapmış olduğunuz yanlış anlamlandırmalar olmuş oluyor. Travmalarınız olmuş oluyor. Ben bunları doğru soru teknikleriyle, doğru zamanda doğru soruları sorarak aslında sizden kendi ağzınızdan çözümü çıkartmış oluyorum. Aslında benim rehberliğimde siz kendiniz problemin sebebini ve çözümünü bulmuş oluyorsunuz. Yapmış olduğunuz yanlış anlamlandırmaları da düzeltmiş oluyoruz. Not defteri… E tabii ki not alıyoruz çünkü olması gereken bir şey bu. Daha sonraki seanslarda hatırlamamız için önemli. Amacım aslında terapide danışanlarıma bir nevi yol gösterici olarak, bu yolda onlarla birlikte yürümek. Doğruyu ve yanlışı beraber buluyoruz biz burada. Ben çözümü direkt vermiyorum size. Terapide birdenbire gerçekleşen bir sihir, büyülü bir çözüm yok yani? Evet. Bak böyle yap bu konu burada bitsin gibi bir şey olmuyor. Biz burada beraber gelişiyoruz aslında. Ben eğer danışanlarımın yanlış bir algısı varsa, yanlış yaptıkları bir anlamlandırma varsa onlara doğru yolu göstermek için çalışıyorum ve en başta da söylediğim gibi bu danışanımla birlikte ilerlettiğim bir süreç oluyor. Meslek hayatınızda bugüne kadar sizi en çok şaşırtan şey ne oldu? Ya da bizlerle geçmişte karşılaşmış olduğunuz bir vaka örneği paylaşabilir misiniz? Meslek hayatım içerisinde beni en çok şaşırtan olayları aslında GATA’da staj yaptığım zamanlarda yaşadım. Kapalı ve açık koğuşlarda staj yapıyordum. Orada major depresyon tanısıyla gelen genç bir hastamız vardı. Kısaca major depresyondan bahsetmem gerekirse, bu psikopatolojide hasta artık ilaçlara cevap vermiyor ve konuşma terapisine de açık değil demek. Yani tıkanıyorsunuz bir noktada. Hasta bize ilk geldiğinde hiç suratımıza bakmıyor, hiç konuşmuyor, hiç kantine inmiyordu… Çünkü açık koğuşlarda hastalar kapalı değildir, hastanenin içerisinde dolaşabilirler yani. Buna rağmen bu hasta hiçbir şekilde dışarı çıkmıyordu ve iletişime de kapalıydı. Karşıdan bakan biri kötü kötü bakıyor diyebilirdi aynı zamanda da. Hatta ben stajyer olarak onun odasına girdiğimde ürktüğümü de hatırlıyorum. Sonra doktorlar EKT’ye karar vermişlerdi. Elektro şok tedavisine yani. Çünkü ilaç işe yaramıyordu ve konuşma terapisi de yapamıyorduk. Elektro şoka aldıktan sonra hastayı, 2-3 seans sonra müthiş bir değişim gerçekleşti. Konuşmaya başladı, gülmeye başladı, odasına girdiğimiz zaman “Hocam hoş geldiniz, nasılsınız?” gibi bizlerle sohbet etmeye başladı. Yani neredeyse yüz seksen derece döndü. O EKT’yi görmek de aslında insanların aklında canlanan “Ah ne kadar korkunç, insanlara şok veriyorlar.” düşüncesinin yanlış olduğunu bir kez daha gösterdi. Çünkü o kadar korkulacak bir şey yok ve bunun da bilinmesinde fayda var. Tedavinin gücünü bu vakada böylesine net bir şekilde görmek beni çok şaşırtmıştı. Hastanın o değişimi hem umut vericiydi hem de benim açımdan ve mesleki açıdan da çok güzeldi. İnsanların EKT’ye karşı duydukları korkunun sebepleri arasında izledikleri filmler de büyük rol oynuyor olabilir. Ben “One Flew Over The Cuckoo’s Nest (Guguk Kuşu)” filmini izlediğimde çok ürkmüştüm EKT’den mesela. Bu filmde insanları kontrol etmek bir nevi “delirtmek” için elektro şok kullanıyorlardı. Böyle bir şey mümkün mü? Şöyle ki bazı nöronlar doğru işlemediğinde aksamalar oluyor beyinde. Aslında beynin işleyişinde kimyasal bir bozukluk bu. Elektro şokla siz onu biraz kendine getirmiş oluyorsunuz. Hasta buradan çıktığında geçici süreliğine hafıza kaybına uğruyor yani “Ben kimim, neredeyim, ne oluyor?” gibi değil de o günü unutabiliyor. Biraz baş ağrısı yaşanabiliyor, o günü çoğunlukla uyuyarak geçiriyor ve biraz önce de söylediğim gibi anlık olarak hafıza kaybı yaşanabiliyor. Zaten narkoz altında gerçekleştirilen bir tedavi bu. Öyle yani çok korkutucu, ürkütücü ya da şok verildiğinde hasta birden titremeye başlıyor gibi bir şey yok. EKT’de acı hissedilmiyor yani? Yok hayır hissetmiyor. Zaten ameliyathanede gerçekleşiyor ve hasta narkoz etkisinde söylediğim gibi. Vücut birazcık kasılıyor sonra gevşiyor. Belli frekanslar izlenerek, kontrol altında gerçekleşen bir tedavi. Korkulacak bir şey yok. Psikologların meslek hastalıklarından birinin tükenmişlik sendromu olduğu biliniyor. Siz bu sendromdan kaçınmak için neler yapıyorsunuz ve belki de günlük olarak karşılaştığınız trajedilerle başa çıkmak için uyguladığınız bir yöntem var mı? Bu odada biz tabii ki duygusal ve zihinsel olarak yoruluyoruz. Birinin sıkıntılarını, dertlerini yüklenmek kolay bir şey değil. Ben bundan nasıl kurtuluyorum? Tek başıma kalarak kurtuluyorum. Tek başıma seyahate gidiyorum, tek başıma o günü geçiriyorum, tek başıma bir şeyler yapıyorum mesela. İnsanlar biraz değişik gözle bakabiliyor “Tek başına nasıl seyahate gidiyorsun? Sıkılmıyor musun?” gibi. Ama zaten insanla uğraştığım için, kafamın içinde bir sürü ses olduğu için aslında kendimi kapatıyorum. İnsan görmeyi tercih etmiyorum bir süre. Kendime “Ben ne istiyorum? Benim canım ne istiyor?” diye soruyorum. Bunun doğrultusunda hareket ediyorum. O gün tek başıma sinemaya mı gitmek istiyorum? Tek başıma sinemaya gidiyorum. Tek başıma alışveriş mi yapmak istiyorum, yürümek mi istiyorum? Onu yapıyorum. Ya da çok sevdiğim bir arkadaşımla oturup kafamı mı boşaltmak istiyorum? Öyle yapıyorum. Burada en önemli olan şey ki herkesin de yapması gereken bir şey bu: kendime “Ben ne istiyorum?” diye soruyorum. Onun doğrultusunda öyle hareket ediyorum ve bu da beni rahatlatıyor. Sanıyorum çoğu insan kendine “Ben ne istiyorum?” diye sormayı bıraktı. Evet. Mesela psikiyatrist bir tanıdığım bana “Lütfen kendine benim cici canım ne istiyor?” diye sor demişti. O zamandan beri de kendime “Alara sen ne istiyorsun? Sen ne yapmak istiyorsun?” diye soruyorum. Bu aslında bencillik gibi algılanıyor ama bencillik değil. Bu sağlıklı bir davranış. Kimseyi umursamadan benim canım öyle istiyor deyip o şekilde hareket etmiyorum. Kendimi, kendi hayatımın merkezine koyuyorum. Önemli olan bu zaten. Sağlıklı olan da bu. İşiniz gereği sürekli olarak insanı ve insan davranışlarınızı analiz etmek durumundasınız. Günlük hayatta kişisel ilişkilerinizde bu analiz davranışını gerçekleştirmekten nasıl kaçınıyorsunuz? Ya da bu analiz davranışı sizi ve kişisel ilişkilerinizi nasıl etkiliyor? Açıkçası kaçınmıyorum çünkü bu beni koruyor aynı zamanda. Örneğin, narsist bir kişilikle karşılaştım. Ve tabii ki bu konuda bilgisi olmayan birine nazaran o kişinin narsist olduğunun farkında oluyorum ve narsist kişiliklerle olan ilişkilerinizin nasıl ilerleyeceğini de biliyorum, ben de kendimi bundan korumuş oluyorum mesela. Hem bilgimi kullanıyorum hem analizimi hem de gözlemimi kullanıyorum. Gözlem de hem meslekten gelen bir şey hem de içten gelen bir şey. Gözlemime güvenirim. Bunun doğrultusunda da sağlıklı ilişkiler kurmaya çalışıyorum. Tabii ki bir insana gidip “Bak sende böyle bir problem var.” Demiyorum bana sormadığı sürece ama kendimi sağlıklı ve güvende hissettiğim ilişkileri kuruyorum bu analizleri yaparak. Mesela insan bir şeyi düşünür, bazı eylemler gerçekleştirir düşüncesine göre fakat bunu söylemeyebilir. Hatta kendisi de farkında olmayabilir. Yine de bu analizler sonucunda siz bunu fark ettiğinizde davranışlarınızda bir değişme olabilir mi o insana karşı? Bir insan o şekilde davranmayı tercih ediyorsa bu onunla ilgili bir meseledir. O şekilde davranması beni de etkiliyorsa tabii ki bir sınır da çekebilirim kendimi korumak için. Çok sevdiğim bir hocam bana şöyle bir şey söylemişti: “Herkes kendi kapısının önünü temizlemekten mesuldür.” Yani başkasının kapısını çalıp da bak senin kapının önü de çok kirli, temizle bunu diyemezsiniz. Ya da gidip o kapının önünü siz temizleyemezsiniz. Herkes kendi kapısının önünü temizlemekle mesul. O onun problemidir. Eğer o şekilde yaşamak istiyorsa ya da bunu henüz fark etmediyse, o sürece girmeye henüz hazır değildir. Ya da o farkındalığa sahip değildir ve siz buna ona gösteremezsiniz. Kişinin önce kendisinin fark etmesi gerekir. Eğer bundan rahatsızlık duyuyorsanız bu yine sizinle ilgili bir meseledir. Bu mesleği icra edecek birinde olması gereken özellikler sizce nelerdir? Ya da bu soruyu farklı bir şekilde sormam gerekirse: “Bu tarz” insanların klinik psikolog olması çok zor diyebileceğiniz kişilik özellikleri mevcut mu? Bu meslekte öncelikle anlayabilmek çok önemli. Anlayabilmekten kastım karşınızdakinin ne söylediğini idrak edebilmek değil. Burada biz kişinin gösterdiği şeyin arkasındakini görmeye çalışıyoruz. Görülmeyeni görmeye, söylenmeyeni duymaya çalışıyoruz. O yüzden hem ön sezilerimizi kullanıyoruz biraz, hem de bilgimizi, literatürümüzü kullanıyoruz. Burada karşınızdakiyle o bağı empati yaparak kurabilmek çok önemli. Günümüzde şöyle bir şey var, çok rastladığım bir şey, her arkadaşının derdini dinlemeyi seven psikolog olabileceğini düşünüyor. Maalesef bu böyle bir şey değil. Biz seans içerisinde Güzin ablacılık yapmıyoruz. Ben karşımdakini ne kadar iyi dinliyorsam o kadar iyi bir psikolog olurum diye bir şey yok. O odaya girdiğiniz zaman karşınızdaki anlatsın anlatsın sen de al parayı ve çık diye bir şey yok. Karşınızdaki sizden bir cevap bekliyor, sizden yol göstermenizi bekliyor. Doğru nasıl düşünürüm diye aslında size soruyor. Siz de onunla beraber o yolda yürüyebiliyor olmalısınız ve aynı zamanda kendinizi geliştirmeye de açık olmalısınız. Çünkü bu meslekte “oldum” diye bir şey yok. Her zaman okumaya, seminerlere katılmaya, yeni dersler almaya, workshop’lar almaya hep açık olmanız gerekiyor. Çünkü yeni insanlarla yeni şeyler öğreniyorsunuz. Şimdilerde şöyle de bir şey var mesela, nereye gitseniz “Biz de burada bütün gün dert dinliyoruz ya bizden de iyi psikolog olur.” Diyebiliyor karşınızdaki. Bu yanlış ve yüzeysel bir algı. Terapi böyle bir şey değil. Bir kere literatür bilginiz olmalı, ön sezilerinizin biraz kuvvetli de olması gerekiyor. Öyle karşımdakinin derdini dinleyeyim sonra çıkayım gideyim diye bir şey yok. Ne kadar büyümeye ve gelişmeye, empati yapmaya açıksanız o kadar sizin için faydalı oluyor. Ama burada önemli olan nokta sizin dinleyebiliyor ve hatta anlayabiliyor olmanız. Birine psikoloğum dediğiniz zaman “Aa beni de tedavi et.” diye karşılık vermeleri ya da sinirlenmek gibi insani bir duygu sergilediğiniz zaman “Ya sen bir de psikolog olacaksın!” gibi tepkiler vermeleri konusunda neler düşünüyorsunuz? Sizce bu bireyi makineleştirmek midir? Sinirleniyorum bu tepkiye çünkü hayatımdaki bütün sıfatlarımdan önce; psikolog olmaktan önce, birinin kızı, birinin kardeşi olmaktan önce ben bir insanım. Benim bu hayattaki varlığımı mesleğim tanımlamıyor. Ben de bazı şeyler yaşıyorum, ben de insanım ve ben de bu hayatın akışı içerisindeyim. Bunlarla profesyonel anlamda nasıl baş edebileceğimi biliyor olmam, bunları yaşamayacağım anlamına gelmiyor. Mesela bugün bir doktora gidip nasıl “Sen de bir doktorsun nasıl hasta oluyorsun?” diyemiyorsak psikologlara da böyle şeyler diyemeyiz. Evet benim de yaşadığım bazı şeyler var ve ben bunlarla nasıl baş edeceğimi profesyonel anlamda biliyor olsam bile, benim de zayıflıklarım, benim de geliştirmem gereken yönlerim oluyor. Yani mesleğimle tanımlanamam ben ve bu da makineleştirmekten ziyade insanın insana yabancılaşması gibi geliyor bana. İnsanın insana duyarsızlaşması aslında. Ne yazık ki insanın insanı anlamaya çalışmadığı, yargılamaya çalıştığı bir dönemdeyiz. Danışanınızla terapideyken sizin bilişsel süreçleriniz nasıl işliyor? Başka birinin hayatıyla ilgili her detayı incelemeniz gereken bir konumda bu sorumluluk hissiyle odağınızı kaybettiğiniz bir an oldu mu? Odak kaybettiğim olmadı açıkçası. Bir de şöyle bir durum var ki siz ne kadar “Ben odağımı kaybettim mi? Kaybedecek miyim?” diye kendinize dönüp bakarsanız bir o kadar odağınızı kaybedersiniz. Bizim her zaman seans içerisinde bir spot ışığımız vardır ve o spot ışığı her zaman danışanın üzerinde olmalıdır. Sorduğunuz soruyla tabii ki zaman zaman size kayabilir veya danışanınız sizden bir şeyler öğrenmek istiyor olabilir ama burada her zaman tek odak noktamız vardır. O da danışanın duygusal ve zihinsel gelişimidir. Ben bu konuda odak problemi hiç yaşamadım ama seans içerisinde danışanımın söylediği bir şey beni etkilemişse, bu benim aklıma takılmışsa, bu yine benimle alakalı bir meseledir. Ben niye buna takılıyorum diye danışanım odadan çıktıktan sonra bunun üzerine düşünürüm. Demek ki bir yerlerde benim bitmemiş bir meselem var ve bunun ben de bir izdüşümü var diye düşünüyorum ve daha sonra bu izdüşüm ne diye kendi kendime bu konuyu kendimde işliyorum. Bu denli farkındalığa sahip olmak zaman zaman yorucu oluyor mu? Zevkli geliyor aslında bana. Bu öyle bir şey ki psikolog olma yolunda da terapi almaya başladığınız zaman da önce bir dibi boyluyorsunuz. Ondan sonra yukarı çıkmaya başlıyorsunuz ve zaten yukarı çıkmak istiyorsanız da dibi boylamadan yukarı çıkamazsınız. Kendimi fark etmeye çalışıyorum. Bazen beni rahatsız eden çok ufak günlük olaylarla karşılıyorum ve diyorum ki demek ki sen bu konuyu kendinde işlememişsin, sen bu konuyu kapatmamışsın rahatsız olduğuna göre. Çünkü ben de bir insanım ve karmaşık bir yapıyım. Doğal olarak bir yerlerde hala toparlamam gereken şeyler oluyor ve olacak da. Tabii zaman zaman yorucu olduğu noktaları da oluyor farkındalığın çünkü söyledikleri gibi cehalet mutluluk getiriyor maalesef, ama gelişmek istiyorsanız da bu olmak zorunda. Hayatta her zaman kendi hayatınızla ilgili gözünüzün açık olması gerekiyor. Kişilik bozuklukları bana hep çok ilginç gelmiştir. Bu konu hakkında biraz bilgi verebilir misiniz? Kişilik bozuklukları tedavisi mümkün olan bir bozukluk türü müdür? Vaka örneği paylaşabilir misiniz? Sizin (tamamen bilimsel/psikolojik açıdan soruyorum) ilginç ve etkileyici bulduğunuz bir psikopatoloji var mı? Kişilik bozuklukları, kişinin çevreyle uyumunu, kendi iç huzurunu ve günlük işleyişini bozan bir davranış örüntüsüdür. Üç küme altında on kategoriyle tanımlanıyor. Tedavisi mümkün mü? Şöyle, tedavinin en önemli adımlarından bir tanesi psikoterapi almanız ve aynı zamanda ilaç tedavisi. İlaç tedavisi diyorum çünkü kişilik bozukluklarında görülen atak dönemlerinin ve semptomların kontrol altında tutuluyor olması lazım ki biz konuşma terapisi yapabilmek için danışanı daha elverişli hale getirelim. Bu tedavisi olmayan, tehlikeli bir rahatsızlık gibi görülse de korkulacak bir psikopatoloji değildir önce bunu söyleyeyim. Çünkü halk arasında bu çok korkulan bir şey “Ay ne yapacağım bunun kişilik bozukluğu varmış, yok onunla olmaz antisosyal o, borderlinemış eyvah…” gibi önyargılar ve etiketler söz konusu. Kişinin burada önemli olan önce kendine ve çevresine zarar vermemesi. Biz bu konuda ilaç tedavisine tabi ki başvuruyoruz. Her zaman en önemli ve en verimli yol ilaç tedavisi ve konuşma terapisinin eş zamanlı olarak danışana verilmesidir. Bu alanda benim ilginç bulduğum vakalar daha çok, antisosyal, borderline ve obsesif kompülsüf kişilik bozuklukları. Yeri gelmişken şunu da söyleyeyim ki obsesif kompulsüf bozuklukla, obesesif kompulsüf kişilik bozukluğu aynı şey değildir. Fakat genel olarak tüm psikiyatri içinden en ilginç bulduğum, şizofreni. Peki şizofreninin tedavisi mümkün mü? Şizofreni de ilaç tedavisi şart öncelikle. Çünkü sanrılar, hezeyanlar ve halüsinasyonlar deneyimledikleri için bunları kontrol altında tutmamız gerekiyor çünkü bunlar kişiyi duygusal ve zihinsel açıdan çok yoruyor. Tümüyle tedaviyle beraber aslında kişiye şizofreniyle birlikte nasıl yaşayacağını da öğretiyoruz. Konuşma terapisi ve ilaç tedavisinden bahsettiniz ve psikologların ilaç yazma yetkisi yok. Bu psikopatolojilere sahip insanlar psikiyatriste mi gidiyor o zaman? Süreç nasıl ilerliyor? Biz genellikle psikiyatristlerle birlikte çalışıyoruz. Psikiyatri alanında güvendiğimiz, tanıdığımız doktorlar oluyor. Eğer danışan kime gideceğini bilmiyorsa, bu konudan kararsızsa ben yönlendirme yapıyorum. Yönlendirdiğim psikiyatristle seansa giriyor ve ilaç tedavisine başlıyor. Aynı zamanda da benimle konuşma terapisi yapıyor. Eş zamanlı olarak ilerliyoruz yani. Biz bu süreçte psikiyatristle birlikte danışan hakkında birbirimize bilgi akışı sağlıyoruz. Kişilik bozukluğuna ya da şizofreniye sahip bireylerin sosyal olarak normal bir yaşam sürmeleri, sağlıklı ilişkilere sahip olması mümkün mü? Gibi merak edilen şeyler var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bu biraz etiketlemeye giriyor. Halk arasında bu bir ruh hastalığı olarak nitelendirildiği için bu patolojilere sahip kişilere karşı kötü bir algı söz konusu mevcut maalesef. Tabii ki bu insanlar sosyal hayatlarına devam edebiliyorlar çünkü bu psikopatolojilerin semptomlarını kontrol altına alabiliyoruz. Konuşma terapilerinde de biz bu kişilerin kendisiyle ve çevresiyle olan uyumunu artırıyoruz zaten. Günümüzde hala bazı insanlar normalde terapiye gitse bile bunu saklama ihtiyacı hissedebiliyorlar. Mesela “Erkek adam psikoloğa mı gider? Deli misi, kafayı mı yedi? Kendisi çözemiyor demek ki…” gibi etiketlemeler olabiliyor ve bu tabii ki iyi bir şey değil. Kişileri terapiden uzaklaştırmamak gerek bu gibi etiketlerle. Şöyle bir algı var: “Psikoloğa gideceğim ve seanstan sonra pamuk gibi olacağım, sorunlarım çözülecek ve rahatlayacağım.” Bu doğru mu? Seans sırasında insanların rahatlamasını mı sağlıyorsunuz yoksa aksine problemlerini farklı perspektiflerden düşünmelerini sağladığınız için geldiklerinden daha rahatsız bir konumda mı ayrılıyorlar o odadan? Şimdi bu danışanın nasıl geldiğine, ruh haline göre değişiyor. Bazen çok kötü geliyor ve seans sırasında konuşarak bakış açısı genişlediği için ya da kendi ağzından kendi probleminin çözümünü aldığı için mutlu ayrıldığı da oluyor ama burada bizim amacımız kişiyi gökyüzüne çıkarıp bu odadan öyle ayrılmasını sağlamak değil. Çünkü bu odadan bulutların üzerinde çıktığında, bir süre sonra yere çakılır. Ben karşı tarafı iyi hissettirip yukarı çıkarttığımda ve ben geri çekildiğimde, düşer. Bu da çok daha kötü olur. Zaman zaman da danışanlar buraya geldiğinde hiçbir şeyleri yokmuş gibi gelirler fakat konuştukça, farkına vardıkça ağlayarak bu odadan ayrıldığı da oluyor. Fakat bu bir süreç. Zaten hiçbir şey bir seansta bitip gitmiyor. Bu herhangi bir şifalandırma süreci için de geçerli. Kişi geliştikçe, evrildikçe aslında daha iyi hissederek bu odadan çıkmaya başlıyor ve ben onun hayatından çıktığımda ve o yeni problemlerle karşılaştığında, bununla nasıl baş edeceğini biliyor ben olmasam da. Burada bizim amacımız bu. Kişiye daha sonraki problemlerinde, daha sonra karşılaşacağı zorluklarda kendi yolunu nasıl kendi kendine bulabileceğini öğretmek. Peki sizin bir danışanın hayatından çıkmanız gerekli bir şey mi? Mesela çocukluğumuzdan beri bildiğimiz ve tedavi olmaya gittiğimiz doktorlar olabiliyor. Çocukluğumdan -diyelim ki- 40 yaşıma kadar aynı psikoloğa gidebilir miyim sürekli olarak? Bu doğru bir şey değil çünkü bu danışanımızın bize bağımlı hale gelmiş olması demek olabilir. Yani benim sizin hayatınızdaki yerime bağımlı olmuş olabilirsiniz. Bu bizim hiç istemediğimiz bir şey çünkü kişi kendi kendine bu hayatı yaşamayı öğreniyor. Yani ayaklar sizin, siz yürüyorsunuz. Ben onları hareket ettiremem. Bir danışanı görmenin süresi var mı peki? Böyle bir süre yok. Kimisi birkaç seans sonra çok iyi hissediyor ve teşekkür ederim diyor. Belli bir süre sonra başka bir problemle geri dönebiliyor, sonra tekrar seans yapmaya başlıyoruz. Maksimum on seans diye bir şey de yok. Paket satmıyoruz sonuçta biz. On seansta halledeceğiz her şeyi, ben çözeceğim her şeyi gibi bir vaatte de bulunamam. Bu kişinin kendisiyle ilgili olan bir durum. Ne kadar hızlı geliştiği, buna ne kadar açık olduğu ve kapasitesiyle ilgili bir şey. Tabii aynı zamanda doğru psikoloğu bulmasıyla ilgili olan da bir şey. Doğru psikoloğu bulduğumuzu nasıl anlarız? Bir kere sürekli gel-git yapmazsınız. Yani abone olmamışsınızdır artık karşınızdaki terapistinize. Bu sömürüye giriyor çünkü. Belki bir ümit diye, senelerce gelip gidenler olur. Bu kadar uzun sürmemeli belki de, belki de daha kısa sürebilirdi mesela doğru terapiyle. Doğru psikoloğu bulduğunuzda hissedersiniz bunu. Frekansınız, diliniz tutuyordur çünkü. İlk gittiğiniz psikologla bunu yakalayamayabilirsiniz belki ikinci de olur bu. Ama doğrusunu aramalısınız size uygun olanı bulmak için. Biz mesela bu koltukta oturmadan önce psikolog olarak önce karşı koltukta oturuyoruz. Oturmalıyız da. Meslek hayatında bana en çok katkı sağlayan şey benim danışan olarak gittiğim psikoterapilerim oldu. Ben de bana göre olmayan, bana uymayan, kullanılan yöntemin bana uygun olmadığı seanslar aldım. Sizin için uygun olan ekolü, doğru terapistle yakalamak gerekir maksimum verim için. Toplumun genel olarak kullandığı bir “ego” terimi var. Bu terimi bir insanın sahip olduğu kibir duygusunu ifade etmek için kullanıyorlar. Ego gerçekten kibir anlamına mı geliyor? Egoist doğru bir terim mi? Hayır böyle bir terim değil, literatürde böyle tanımlanmıyor. Egoyu aslında biz psikoanalizde görüyoruz. Freud zihnin yapısını üçe ayırıyor: id, ego ve süperego. Id, bizim dürtüsel isteklerimiz, içten gelen isteklerimiz. İlkel halimiz aslında id dediğimiz şey. Süperego ise bizim ahlaki yönümüz ve çevresel koşullarımızı tanımlıyor. Ego da bunların arasındaki dengeyi sağlıyor. Örneğin, burada hüngür hüngür, kendimi yerden yere atarak ağlamak istiyorum. Bu benim içimden gelen bir şey, dürtüm yani o anda. Ama diyorum ki toplum içinde böyle ağlanmaz yani bağıra bağıra insanları rahatsız edecek şekilde olmaz. Bu sırada devreye egom yani dengem giriyor ve diyor ki tamam Alara o zaman kenarda sessiz sakin bir şekilde ağla. Ya da sınıfta bir çocuğun tuvaleti gelmiştir ve orada yapamayacağı için bunu, çünkü ahlaki olarak mümkün değildir bu, ve el kaldırır, öğretmeninden izin ister tuvalete gitmek için. Ego budur aslında. Ego literatürde bu anlama gelir. Sizin hem süper egonuzu hem de içten gelen isteklerinizi yani id’inizi dengeye oturtur. Yani doğru davranışı yapmanızı sağlar. Peki bize bu denli iyi gelen bir şey nasıl bu kadar yanlış anlaşılarak olumsuz bir sıfat haline gelmiş olabilir? Belki bu terimin kibir için kullanılması egosantrikten gelmiş olabilir. Egosantrik literatürde ben merkezci olmak anlamına geliyor. Merkeze kendinizi oturtmanız yani. Belki ben merkezci olmak bencillik olarak algılandığı için bu terim buradan gelmiş olabilir halk arasında. Bir de sanıyorum insanların kolayına gidiyor. Egosu yüzünden böyle yapıyor gibi şeyler söylemek. Biz de günlük hayatımızda bunu kullanabiliyoruz bu arada. Evet tabii ki biliyoruz literatürde nasıl bir anlama geldiğini ama dur egoyu seçmeyeyim de bencillik diyeyim gibi bir şey yapmayabiliyoruz. Ama evet ego literatüre göre iyi bir şey. Özellikle bireylerin yaşadıkları travmalar hakkında psikoloji alanında uzmanlığı olmayan bireylerin pek çok alternatif yöntem sunduklarını görüyoruz. Sizce bu toplum sağlığını tehdit eden bir durum mu? Bu sorunuz belki de bugün bana sorduğunuz en güzel soru. Çünkü bu alanda müthiş bir kirlilik, müthiş bir insan kalabalığı ve yanlış ilerleyen o kadar yöntem var ki… Bu tabii ki insan sağlığını tehdit eden bir şey. Bir kere sizin literatür bilginiz olmadan, patoloji bilmeden, psikolojiye dair hiçbir şey bilmeden, o insanın hayatına dahil olamazsınız zaten. Olmamalısınız da. İnsan zihni kapalı bir kutu ve o kutuyu açtığınızda içinden ne çıkacağını bilmiyorsunuz. Bazen kişi bile bilmiyor bunun içinden ne çıkacağını. Siz o kişiyi bununla yüzleştirdiğiniz zaman ne yapacaksınız? Nereden bilecek bu kişi yüzleştiği şeyle nasıl baş edeceğini? Onu o yola nasıl güvenli şekilde sokmanız gerektiğini bilmiyorsanız, siz aslında kişiyi o süreçle baş başa bırakıyorsunuz ve intihara kadar giden süreçler burada oluyor. Evet spiritüellik, enerji işleri, regresyon terapileri falan derken o kadar fazla yöntem var ki burada… Örneğin bir tanıdığımın gittiği bir kişi regresyon terapisi yapmış ve kişi bu terapiden sonra dede tacizine maruz kaldığını hatırlıyor. Aslında beyin buraya ket vurmuş ve kapatmış burayı. Regresyon terapisi sonrası da bunu hatırlıyor ve hadi bakalım şimdi ne yapacağız o zaman? Bunu yapan kişi terapist değil, psikolog değil, psikiyatrist değil. Aldınız bu bilgiyi ama bu bilgiyi işlemek zorundasınız tekrar. Bu travmayı konuşmak zorundasınız, tekrar anlamlandırmak zorundasınız. Bunu yapmazsanız, o kişiyi bu travmaya uğrayan o küçük haliyle tekrar baş başa bırakmış oluyorsunuz. Yani burada nasıl ki tıp bilgisi olmayan birisi doktor olamazsa, patoloji,psikoloji bilgisi olmayan birinin de buna girmemesi gerekiyor. Mesela bazı koçluk eğitimleri mevcut ki benim de katıldıklarım oldu. Oradaki koçlar psikoloji eğitimi de alıyordu ve koçluk yaptıkları sırada da o kadar verim alabiliyorlardı karşıdan ama hiçbir şey bilmeden bu alana atılırsanız, karşınızdakini sürüklersiniz bir yere. Bu korkunç bir şey aslında ama baktığınızda son zamanlarda bu neredeyse her alanda olan bir şey. Herkes her işi yapıyor. Mesela anatomi bilgisi olmayan bir insan gidip spor hocası oluyor. Dışarı çıkıp baktığınızda herkes ya amuda kalkıyor ya yoga eğitmeni oluyor. Herkes kişisel gelişimci oluyor ya da. Şu an özlü sözler yazdığınızda kişisel gelişimci oluyorsunuz ve kişi sizden bir şey almaya çalışıyor ama siz de öyle bir bilgi yok. Bunun gibi bir şey. Mesela ben herhangi bir alanla ilgili lisans eğitimi aldım ama yüksek lisansımı klinik psikoloji üzerine yaptım. Klinik psikolog olabilir miyim ya da olmak için yeterliliğim olur mu? Klinik psikolog olabilirsiniz. Tabii yeterliliğiniz tartışılabilir çünkü bu kendinizi ne kadar geliştirdiğinizle alakalı olan bir şey. Çok iyi tanıdığım aslında psikoloji okumamış ama yüksek lisansını klinik psikoloji üzerine yapmış ve bu alanda çoğu psikologdan daha iyi görüye sahip insanlar var. Kendinizi bu alanda bilgi olarak da ne kadar geliştirdiğinizle alakalı ama tabii ki bunun okulunu okuyarak. Öyle youtube’dan birkaç video izleyerek, üç beş kitap okuyarak olmaz tabii ki. İnsanla uğraşıyorsunuz bir kere. Son zamanlarda sosyal medyada da sürekli önümüze çıkan terapist-danışan ilişkisini konu alan dizilere gelen eleştiriler görüyoruz. Sizce bu tarz diziler mesleki olarak psikologların yanlış anlaşılmasına sebebiyet veriyor mu? Yoksa bu diziler toplumda terapiye karşı olan ön yargıyı engellemeleri açısından iyi mi? Psikologların terapide ağlamaları, danışanlarıyla fiziksel temas kurmaları ya da danışanlarına acıyarak bakmaları etik mi? Ee burada nereye dem vurduğumuzun farkındayım (güler). Şimdi hem avantaj hem dezavantaj sağlıyor bu gibi diziler. Daha önce de konuştuğumuz gibi bu konudaki tabuyu biraz kırıyor. Kişinin terapiye olan bakış açısını biraz değiştiriyor ve evet terapiye biraz daha ılımlı bakılmasını sağlıyor ve zaten baktığınızda son zamanlarda bu konuda da bir artış var. Hem psikoloji okuyanlarda bir artış var hem de terapi almak isteyenlerde bir artış var. Dezavantajlarından biri de kişinin terapistinden beklentisindeki değişim oluyor. Biz burada diz dize oturup da ağlamıyoruz tabii ki. Bu başka bir boyuta geçiyor çünkü. Böyle kalkıp beraber el ele ağlaşmıyoruz ki zaten burada fiziksel bir temas söz konusu olamaz. Bu da biraz dizi filmlerin olumsuz yönleri zaten. O kadar yoğun bir şey (çok ağır vakalar, ağlamakla geçen bir saat, terapistin abartılı tepkileri vs.) izledikten sonra bireylerin kendi terapilerinden tatmin olmaması ve hatta bunun yüzünden terapiyi bırakmaları mümkün mü? Böyle bir etkiden söz edebilir miyiz? Bu sizin yolunuz. Kimsenin derdi bir başkasından büyük ya da küçük değil. Bu hayatta siz yaşıyorsunuz ve bu sizin probleminiz dolayısıyla bu tabii ki size göre büyük. Göreceli yani. Onu çözmekle uğraşıyoruz zaten biz. Mesela diyelim ki tacize ya da tecavüze uğrayan biri konu ediliyor ve düşünüyorlar ki evet o psikoloğa gitmeli ama benim o kadar büyük bir problemim yok. Hayır öyle bir şey yok. Benim için bu odada önemli olan sizin o problemi nasıl değerlendirdiğiniz. Biz onu konuşuyoruz burada. Ben hiçbir zaman bir danışanımın derdini bir diğerinden ayırmıyorum. Çünkü her biri kendi özelinde değerli ve her biri kendi özelinde konuşulması gereken konular. “Sizin derdiniz benim derdimden daha büyük” gibi bir kıyaslama yapamayız burada. Bu gündelik hayatımızda da bu şekilde. Seninki de dert mi? diye yaklaşırız ya birbirimize aslında çok yanlış bir şey bu. Yine burada birbirimize uzaklaşmış oluyoruz, yabancılaşmış oluyoruz. “Bu senin derdin evet, bu seni kapsıyor ve seni anlıyorum.” Burada olması gereken şey budur. Duyumlarıma göre seansta da “Buna takılıyor musun ya? Bu da dert mi?” gibi karşılıklar alabiliyorlarmış danışanlar terapistlerinden ve bu demek oluyor ki siz zaten doğru yerde değilsiniz. Psikoloğunuz size öyle bakıyorsa, sizin problemlerinizi küçük görüyorsa diğerlerine nazaran, yapmanız gereken şey psikoloğunuzu değiştirmektir. Psikologlar ailelerine ve arkadaşlarına terapi yapamazlar diye bir söylem var. Bunun sebebi nedir? Eğer arkadaşlarınızdan birine terapi yapmaya başlarsanız ne gibi sorunlarla karşılaşırsınız? Bunun APA’da nasıl bir yeri var? Şimdi yapılabilir mi? -ebilmek açısından yani… Evet yapılabilir. Etik mi? Yapanlar var ama burada verim açısından düşüş olur. Ben karşımdakini çok iyi tanıyorum ve karşımdaki de beni çok iyi tanıyorsa ve bana yakın arkadaşı gözüyle bakıyorsa ya da kız kardeşi, kızım, kuzenim gözüyle bakıyorsa, terapiden verim alınamaz. Karşımdaki beni terapi sırasında bir profesyonel olarak görebiliyorsa ve ben de onu sadece danışan olarak görebiliyorsam o zaman okay. Terapi yapılabilir. Bu dışarıdaki ilişkimizden bağımsız, profesyonel terapist-danışan ilişkisi olur. Bu başarılabilir mi peki? Mesela sizinle dışarıda çok yakın arkadaş olan biri bu odaya girdiği zaman ben sadece sizin danışanınızım diyebilir mi? Objektif kalınabilir mi ya da? Bozuluyor açıkçası bu. Çok yakın arkadaşsak, birbirimizin her şeyini çok iyi biliyorsak o sınır gidiyor. Doğal olarak verim alamıyoruz terapiden. Çünkü ne karşımdaki beni profesyonel olarak görebiliyor ne de ben onu danışanım olarak sağlıklı bir şekilde değerlendirebiliyorum. Belirli bir şey paylaşmışsak ve dediğim gibi çok yakınsak bu etik kavramının da dışında olan bir şeydir. Burada “tanışık” olmaktan bahsetmiyorum, “çok yakın” olmaktan bahsediyorum.