Daha Yakından Bak – Onur Ataman - Archerson

Daha Yakından Bak – Onur Ataman


ONUR ATAMAN (30 NİSAN DÜNYA JAZZ GÜNÜ)

Farklı sektörlerden/alanlardan gelen ve ilginç hikâyelere sahip olan üyelerimizi tanıyacağımız “Daha Yakından Bak” serisi, farklı meslekleri ve hayatları tanımamıza yardımcı olurken aynı zamanda aklımıza gelen fakat soramadığımız soruların cevaplarını da bulabileceğimiz bir seri olacak. Bu seride daha yakından bakarak büyük resmi tamamlayabileceğimizi görecek, farklı hayatların ve hikâyelerin bize kattığı şeylere şaşıracağız.

30 Nisan Dünya Jazz Gününe özel olarak çok değerli Jazz sanatçısı Onur Ataman’la yaptığımız röportajla seriye devam ediyoruz. Sizlere keyifli okumalar dileriz.

 

Biraz kendinizden bahseder misiniz Onur Bey?

Merhabalar, ismim Onur Ataman. 1977 İstanbul doğumluyum fakat… Fakat diyorum çünkü yeni keşfettim annemler Romanya’dan babamlar da Bulgaristan’dan aslında gelmişler. Babam değil de babamın dedesinin babası (Güler). 1869 doğumlu kendisi.

Neyse, ilkokulda başladım ben müziğe 7 yaşındayken. Mandolin çaldım uzun zaman boyunca ama o zamanki eğitim çok iyiydi. Böyle hobi gibi değil de çok ciddi öğrendik. Sonra keman çalmak istedim ama ailem çok üstüne düşmedi. O dönem piyano çaldım sonra bir ara verdim ve işin içine sporculuk girdi sonra onunla paralel olarak 13-14 yaşında tekrar gitarla birlikte müzikle beraber olduk. Sonra üniversite seçimi geldi ve ben direkt konservatuvara gitmek istediğime karar verdim. 18 yaşındayken İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Opera Şan bölümüne girdim. Aslında kompozisyon okumak istiyordum ama öyle denk geldi. Orada bir öğretmenim vardı benim Selçuk Uraz, Allah rahmet eylesin, kendisi çok önemli bir tiyatro sanatçısıdır hatta onun eşi de harika bir piyanisttir. Paris’te okumuş, Picasso’nun arkadaşı falan (Güler). O dedi ki, sen burada durma benim öğrencilerim var Hollanda’da, Almanya’da vs. En uygununu seç, git.

Ondan sonra, 2000 yılında Hollanda Kraliyet Konservatuvarına kabul edilen ilk Türk oldum ve jazz-gitar okumaya başladım. Buradaki lisansımı bitirdikten sonra tekrar başka bir lisans yaptım yani. Sonra master yaptım 2 sene ve top talent bursu aldım. Ben hep burslarla okudum zaten. Giderken bursum yoktu ama gittikten sonra kazandım hep. Bu burslardan dolayı da o dönem, 2008, Belçika ve Hollanda hükümetinin yürüttükleri Docartes doktora programına kabul edildim. Orada top talent bursuna kabul edilen insanlara öncelik vermişlerdi ve ben de kabul ettim. Doktorada daha çok Türk müziğine yoğunlaştım Jazz’dan ziyade. Benim araştırma konum Microtone dediğimiz seslerin yarım tondan daha küçük aralıklar olan mikrotonların müzikte kullanılmasıydı. Fakat baktığın zaman 14 senelik bir okuma hayatın olunca, her ne kadar İstanbul’da daha önce projeler yapmış olsam da, tekrar canım bir Rock çalıp rahatlamak istedi o okumanın üzerine. Biraz uçlarda, black&White gibi, bir rock albümü kaydettim. Güzel bir prodüksiyon oldu. O albümü Türkiye’ye getirelim, nasıl yapalım falan filan diye derken birden bire Türkiye’ye dönme kararı aldım ve geri döndüm.

Ondan sonra da burada çok yoğun bir hocalık dönemim başladı. Ondan bir evvel, seminerler vermeye başladım Jazz ve İnovasyon hakkında. Kendi geliştirdiğim bir curriculum bu aslında. Bilgi Üniversite’sinde biz bunu sertifika programı olarak verdik ve daha sonra birçok şirketle çalışma imkanım oldu. Buradaki esas amaç benim müzisyen olarak benim bilgimi insanlara aktarabilmek, onların da bir farkındalık kazanmasını sağlamak ve buradan da kendi mesleklerine ya da hayatlarına bir bağlantı kurabilirler mi bizim yaptığımız işten diye düşünerek disiplinler arası bir oluşum sağlamak. Buna da sanıyorum transfer deniliyor. Yani bildiğiniz bir şeyi öbür tarafa transfer ediyorsunuz. Bu da beni Enka Okullarına götürdü. Orada bir kulüp çalışmasından sonra IB (International Baccalaureate) öğretmenliğine başladım bu sefer. Bu arada hep çalmaya devam ettim. Bu sene Examiner pozisyonuna geldim. Bu international okullarda sınav kağıtlarını okuyan kişi anlamına geliyor.

Bunun dışında korono tabii etkiledi bizi. Pandemi sırasında kendi youtube kanalımı kurdum. Eğitim üzerine daha çok yoğunlaştım. “Jazz and Education” diye görüşmeler (interview) yapmaya başladım. Bu da aslında geçmişten kalan programcılık hayalimin bir ürünü oldu. Bu arada yapmadığım tek şey, missing point belki de, kendi adıma Jazz albümü çıkarmadı. O şu an beni birazcık düşündürüyor. Onu umuyorum en kısa zamanda halledeceğim.

 

Neden müziği kariyer olarak seçtiniz?

Müziği kariyer olarak seçmiyorsunuz, müzik sizi seçiyor ve ondan sonra onu yaparken aslında siz başka bir iş yapamıyorsunuz. Bir de şöyle düşünmek lazım; müzik sadece sahnede yapılan bir iş değil. Müzik bir girişimcilik. Buna böyle müzik tarihinde baktığın zaman Fransa’da trabadurlar var. Bu insanlar aslında bizim gibi etrafta gezip, müziğini yapıp, insanlarla konuşuyorlar. Yani gezgin sanatçı gibi bir şey oluyorlar. Çok enteresan ben Milano’ya Leonardo’nun “Last Supper” çizdiği yere gittiğim zaman, Leonardo’nun kendisini Floransa’dan Milano’ya getirirken yazdığı mektubu gördüm. O mektupta kendisini “Engineer & Musician” (Mühendis & Müzisyen) olarak tanıtmış. Ressam diye tanıtmıyor. Çok enteresan bir şey, beni çok etkilemişti ve oraya gittiği zaman da müzik enstrümanları da dizayn ediyor. Niye anlatıyorum bunu? Çünkü biz sanatçılar olarak çok yönlü de olabiliyoruz. Onun için neden müziği kariyer olarak seçtiniz dediğin zaman sadece müzikle ilgili bir şey yapıyormuşuz gibi oluyor ya o aslında çok yanlış bir algı. Çünkü tarihsel yapıya baktığımızda genelde sanatçıların bilindikleri sanat dalı dışında da oldukça fazla yönleri olduğunu görüyoruz. Eski felsefeciler gibi düşünebiliriz bunu aslında.

Müzik bir araç aslında. Yani müzik olmasaydı anlattığım hiçbir şeyi yapamazdım ben. Bazen tuhaf geliyor insanlara az kazanıyor müzisyenler bilmem ne… Parayla ilgisi yok bunun. Parayla travelling yapmıyorsun müzik seni bir şekilde götürüyor. Zenginliğin farklı bir tanımı var ben öyle düşünüyorum.

 

Sanatçı olarak kimliğinizi oluşturma sürecinden bahsedebilir misiniz? Sanatçı olarak sizi siz yapan ögeler nelerdir?

Bu güzel bir soru çünkü oradaki kimlik aslında belki de herkesin düşünmesi gereken bir şey. Burada kimlik derken bahsettiğimiz “Senin sofraya koyduğun şey ne?” Bu da az önce söylediğim gibi çok yönlü olma şansına sahipsen ya da kendini bu yönde eğittiysen oluyor. Mesela bundan 2 gün önce Rustam Rahmedov’la sahne aldık ve burada biz tabii ki çalacaktık zaten fakat sahnede neyi nasıl çaldığın çok önemli oluyor. Sadece teknik anlamdaki çalımdan bahsetmiyorum. Toplumsal duyarlılıktan, aktarmak istediğin bilgi birikimlerin, düşünce yapısı ya da senin müziğinle insanları o andan alıp başka bir yere teleport ediyor olman… Tabii biraz mistik bir düşünce bu. Genel olarak hoşlandığımız için sanatla uğraşıyoruz aslında. İnsan fiziksel olarak ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra başka hazlar arıyor kendine ve bu haz da sanat oluyor doğal haliyle. Senin de sanatçı olarak farklı renkler sunuyor olman lazım ki dokunabilesin insanlara.

Benim kimliğimdeki en önemli etkenlerden biriyse başka başka ülkelerde yaşayarak çok fazla insan ve kültür tanımış olmam. Bu da tabii ki renk kattı bana.

Jazz dediğimiz şey de aslında bütün stillerin ve janraların içinde onların hepsini kucaklayarak o an içerisinde bestelenen ve anında paylaşılan bir müzik. Tarihsel olarak baktığın zaman da Afro-Amerikalılar’ın yaptığını görüyoruz ve bir ihtiyaçtan ortaya çıkıyor. Kendini ifade edebilmek, toplumda kendini önemli kılabilmek, belli bir yere gelebilmek, ezilmemek, demokrasiyi savunmak, eşit haklara sahip olmak, ilerlemek ve yenilikçi olmak gibi bir sürü context içerisinde ortaya çıkıyor ve kimlik de aynı şekilde burada oluşuyor.

Ve daha da genişletirsek dünya insanı olabilmek. Yani hümanist bir şekilde yaklaşıyorsun.

 

Pek çok müzik tarzı arasından neden jazz’ı seçtiniz?

O işte emprovizasyon kısmını keşfettikten sonra ben Jazz müziğine yöneldim. Elbette bunu çocukluğundan beri yapan insanlar var mı? Var. Annen babandan bunu alıyorsan sen küçükken, öyle bir ortamda bulunuyorsan direkt olarak başlayabiliyorsun. Biz belki keşfetme sürecine girmemiş oluyoruz tabii o yaşlarda ama burada önemli olan, anahtar kelime olan, keşfetme ve tabii ki merak. Keşfettiğin zamanda eğer sana rahatlık sağlıyorsa ve kendini ifade edebiliyorsan o zaman bundan “hoşnut oluyorsun” ve bu aslında senin kendine yeten bir insan olmanı sağlıyor. Yani ben TedX konuşmalarımda da esprili bir şekilde anlattım bunu, işte ben anneme söylediğim zaman Jazz müzisyeni olacağım gidip Hollanda’da okuyacağım falan diye oğlum sen zenci misin demişti esprili bir şekilde. Tabii ki bir ırka, bir topluluğa ait değil herhangi bir müzik tarzı. Eğer insan kendini ifade edebiliyorsa seçtiği tarzda bu gayet yeterli oluyor ve benim için Jazz bir iletişim aracına dönüşmüş durumda.

Bu arada Jazz kelimesinin bir tanımı yok. Mesela diğer müzik türleri için; soul diyorsun ruh, rock diyorsun taş falan. Jazz kelimesinin slang konuşmalardan ortaya çıktığı düşünülüyor. Bundan dolayı da tanımlayamadığın bir şeyi anlamlandırmak sana kalmış oluyor. Yanlış hatırlamıyorsam Louis Armstrong’a sormuşlardı: “-What is jazz? -When you start to ask jazz what it is then you start to more confused.”

 

Jazz ve İnovasyon nasıl oluyor? Bu jazz’ı geliştiriyorsunuz anlamına mı geliyor?

Bu Jazz’ı geliştirmekten ziyade Jazz’ın içinde kullanılan araç gereçleri ya da düşünce biçimini normal -normal diyorum ben müzisyen olmayan insanlara bazen çok tuhaf oluyor (Güler)- insanların masasına getirmeye çalşıyorum. Mesela sen güzel bir restauranta gittiğin zaman menüye bakıyorsun bir şey söylüyorsun ve eğer denemişsen daha önce o yemeği napıyorsun iyi-kötü diye yorum yapıyorsun ya da bilmiyorsan da meraktan yiyiyorsun. Fakat bence en enteresan kısmı aşçı ne yapıyor? Mesela şimdi enteresan bir şey başladı gastronomide. Bir restarauranta girdiğinde mutfağı da görüyorsun. Aşçı da orada, yardımcılar da orada gibi. Bu aslında birazcık bilgi çağıyla örtüşmek. Benim de yaptığım şey bu gibi. Ben tabii biraz daha instinct yaptım, içimden geldi. Hollanda’da uzun yıllar kaldım ve okulda öğretilen şey şuydu: “Kendi projeni yap.” Çünkü onlar kendi ayakları üzerinde durabilen girişimciler yetiştiriyorlar. Bundan hareketle yeniyi oluşturmak da çok önemli benim için ve inovasyon da buradan çıktı. Yani inovasyon belki burada modern bir sözcü olarak tınlıyor ama kültürel yansıma olarak görmemiz gerekiyor. Az önce de dediğim gibi Da Vinci’nin kendisini mühendis olarak tanımlaması aslında anahtarı veriyor.

İnovasyonu biz burada yenilikçilik ve yaratmak olarak düşündüğümüz zaman Jazz müziğinin içerisindeki hep o yeni bir notayı çalma hissiyatı, doğaçlamadan geçiyor bu tabii ki. Hep paralel. Zaten biz de hayatımız her alanında doğaçlıyoruz. Buradaki durum inovasyonun nasıl hareket ettiğini anlayıp Jazz’la birleştirmek.

 

Beste yaparken ilhamınızı nerelerden alıyorsunuz? Yaratma süreciniz nasıl işliyor?

Bunu üçlü olarak düşünüyorum. Birincisi personal (kişisel) yani ilk önce kendin. Bu ne demek benim annem, babam, kardeşim, yakınlarım, geçmişim, evim. Bunlar beni etkileyen temel şeyler. İkincisi local (yerel) mesela Kadıköylüyüm, Türkiyeliyim vs. Üçüncüsü global. Yani ben beste yaparken ilhamımı bu üç katmandan alıyorum. Mesela çok aşık oldum beste yaptım bu personal, gezi dayanışması oldu onlar için beste yaptım bu local, Ukrayna’da savaş çıktı onlar için beste yaptım “Zoya” o da global oldu.

İlham nasıl geliyor sorusu çok enteresan. Şöyle ki ilham gelmiyor. Mesela şöyle düşünmek lazım Picasso’ya nasıl ilham geliyor. Böyle bir şey olamaz ki. Picasso zaten sanatçı o ilham zaten içinde. Sanatçı olabilmek için üretmek gerekiyor ve sen zaten üretmeye devam ettikçe ilham seninle.

Bu öyle akşamın belirli saatlerinde ilham geldi gibi romantik bir hikaye değil. Sen çalışamaya devam ettikçe ilham seninle oluyor. E tabii “Bugün hiçbir şey yapmak istemiyorum.” Yok mu? Doğal olarak var. Kendimden örnek vermem gerekirse mesela, tabiri caizse ben kaşıyorum orayı ve kaşıdıkça iş çıkıyor elbet.

Tabii burada meditasyon da konuşmamız gerekir. Mesela insanların sıklıkla odağı dağılıyor hani diyorlar ya monkey mind’dan kurtulun diye. Kendimizi eğiterek dikkatli olmayı öğrenmemiz lazım çünkü karışık bir akılda ilhamın işi olmaz. İlhamın orada oturması için benim aklımın pratik yapması gerekiyor. Ben bunu öğrencilerime de anlatıyorum. Eğer sen bununla yaşamayı öğrenmediysen, kendini eğitmiyorsan olmaz diye. Bu nasıl bir şey biliyor musun? Mesela sahneye çıktın ve perde açıldı senin hemen konsantre olman gerekli.

Bu normal insanların da yaşadığı bir şey, normal diyorum yine, ağzıma yapışmış (güler), sen mesela şu an bunu yapıyorsun. Gayet odaklanmışsın, sorularını hazırlamışsın ve fark etmez burada Ahmet de Mehmet de oturabilir ben yazdım soruları kaydımı alacağım vs. Bu senin sürecin aslında. Sen “Aman of ne uğraşacağım bununla!” dediğin zaman ilhamın falan kalmıyor ama eğer sen dersen ki dur bakalım ya ne çıkacak bu adamdan, merak ediyorum. Böylelikle kendine bir context yaratıyorsun ve ilham da böyle bir şey.

 

 

Bu kişileri dinlemesem şu an olduğum sanatçı olamazdım dediğiniz insanlar var mı? Ya da kariyerlerine ve sanatlarına hayran olduğunuz kişiler? İdolleriniz?

Çok var. Ben mesela biyografi hastasıyım. Benim hayatımı kurmam belki de biyografi okumama dayanan bir şey. Bir süreden sonra o insanlar senin arkadaşın olmaya başlıyorlar. Mesela Dostoyevski okuğunda kitabın içerisinde arıyorsun Dostoyevskiyi. Ben çok erken başladım bunu yapmaya bu da muhtemelen benim çok yaşlı ve tecrübeli öğretmenlerim olduğu içindi. Onları dinlemek bana çok keyif veriyordu. Bu tabii sanırım biraz da kişisel bir şey. Şu an göremiyorum mesela yaşlı insanlarla vakit geçirmeyi seven gençler. Ben bayılırdım. Benim piyano öğretmenim 80 yaşındaydı ve ben onun evine gidip yedi buçuk saat oturduğumu biliyorum. Gitme dese orada kalacağım falan. Ben bundan çok keyif alıyordum çünkü şöyle düşünüyordum: Eğer A noktasından B noktasına gitmeye çalışıyorsam, bu gençlere tavsiye gibi de olabilir, illa B noktasına nasıl gidiliri kendi başına çözmek zorunda değilsin. Eğer çözdülerse, al onu. Belki de böylelikle daha kısa yolu sen bulabilirsin.

Buradan yola çıkarsak klasikçilerden tabii ki Johann Sebastian Bach, Joseph-Maurice Ravel; ekspresyonist diye geçiyorlar Claude Debussy ve sonra Igor Stravinsky; sonra minimalistleri çok sevmeyi başladım. Tüm “izm”leri incelemek ve tadlarına bakmak lazım zaten. Minimalistlerden Stevie Ray, Philip Glass çok öenmli besteciler. Jazz’a geldiğimiz zaman Miles Davis, John Coltrane ve daha sonraya geldiğimiz zaman yeni sanatçılardan Pat Metheny ve tabii bunun yanında rock sanatçıları da var. Orada da Stevie Ray, Van Halen…

Bu söylediğim isimler belki birbirleriyle örtüşmüyorlar, tutuşmuyorlar ama çok önemliler. Bir de tabii non-musicians (müzisyen olmayan) olanlar var. Onların başında Da Vinci geliyor benim için ve aslında bütün rönesanscılar. Ayrıca 400-600 zamanları arasında yaşayan herkes de aslında benim arkadaşım gibi. Yani sanki onlarla oturup sohbet etsek çok iyi anlaşırmışız gibi geliyor bana. Bu birazcık fiction tabii.

 

Belki de her müzik tarzı gibi jazz müziği de herkese hitap etmiyor. Fakat diğer müzik türlerinden farklı olarak jazz müziğin sadece, deyim yerindeyse, “üst tabaka” insanlar tarafından seviliyormuş izlenimi var. Bunun sebebi sizce nedir?

Onun tarihsel kırılımı şöyle oluyor. Sanatçı, öyle ofiste oturan bir insan değil. Sanatçı atölyede olan biri. Ben yine Da Vinci’den bahseceğim. Mesela Da Vinci bir şeyler yapmak istediği zaman, Vehicco diye biri var orada hoca, onun atölyesine giriyor. Atölyenin kapıları ardına kadar açık. Rönesans böyle bir şey. Yani toplum geçerken sanatçının ne yaptığını görüyor o atölyede. Sen şimdi sanatçının ne yaptığını görmezsen toplum içerisinde onu bir yere koyamazsın. Ne yapıyor ki bu ya? Oluyorlar. Sen şimdi gör de bir viyolonselcinin dokuz saat pratik yaptığını bayılıyor musun, bayılmıyor musun yerlerde. Şimdi burada bunu koymak lazım bu bir.

İkincisi de bu böyle olduğundan dolayı klasik dönemle birlikte Rönesans sonrası barok başlangıcı falan enteresan bir şekilde bu insanlar bir şekilde politize olmaya başlıyorlar. Yani toplum içerisinde iyi sanatçılar, üstün sanatçılar politize oluyorlar. Politize demek şu, parayla bağlantılı bu. Para da kimde var? Politikacılarda, devletlerde yani. Paralar buralarda toplanıyorlar. Klasik dönemle birlikte de müziğin halkla kopuşu ve saraya endekslenmesiyle başlıyor. Şimdi bu algıyı da koyalım cebimize.

Birinci Dünya Savaşıyla beraber sanatçılar nasyonalist olmaya başlıyorlar. Dünya savaşları da nasyonalizmin sonucu zaten ve nasyonalizm neden ortaya çıkıyor çünkü Revolüsyon oluyor ve bunlardan sonra da endüstri hikayesi ortaya çıkıyor. Endüstri de işçi sınıfını doğuruyor. Daha sonra da aristokratlar ve elitler başka bir tarafa gidiyor ve bunlar da zevklerini yanlarında toplamaya başlıyor. Bu zevkler de sanatçıları kapsıyor ve ondan sonra da yeni dünyanın toplanmasıyla beraber köle ticareti başlıyor. Afrika’dan insanları getiriyorlar çalışsınlar diye çünkü kendileri çalışmak istemiyor. Peki sen sorduğun zaman Jazz’ı kim çıkarmış diye e bu adamlar çıkarmış. Hangi elitizm bu? Dediğin zaman burada şöyle bir kırılma oluyor.

Bunlar bir 60 sene falan böyle devam ediyorlar ve aslında fabrikadaki tütüncü kızı söyleyen Alpay’la aynı şeyi söylüyorlar. Çok enteresandır ki bu pop müzik de Türkiye’de elitizm olarak algılandı çünkü biz Batı kültüründeki aksanları tam gözlemleyemediğimiz için bizim gözümüze sokulanları aldık sadece. Biz çünkü şark kültürüne aşinayız. Bunun çalışmaları da çok çok önceye dayanıyor tabii.

Şimdi durum böyle olunca 1960’larda bu da bir kırılma noktasıdır. 1950’de Dünya savaşları bittikten sonra tüm dünyaya empoze edilen popular culture (popüler kültür) diye bir şey çıkıyor. Neden çıkıyor çünkü “Nobody has time for culture.” (Kimsenin kültür için zamanı yok.) E bu neden oluyor? Çünkü savaş bitmiş taş taş üstünde kalmamız e Almanya’nın sanayi yapması lazım Fransa’nın bilmem ne yapması lazım derken, diyorlar ki size iki dakikalık şarkı yapalım. Burada da politik bir şey var elbet.

Böyle olunca da Jazz müziği yetim kalıyor ve diyorlar ki e biz ne yapalım? Üst kısma geçelim. Bu Jazz Tarihi dersinde böyle anlatıldı bize. Durum bu olunca da Jazz ne oluyor? Bir art form haline geliyor ve bir şey art form olduğu zaman o klasik dönemdeki sarayın adamına dönmüş oluyor. Çünkü neden bir şey art form haline geldiğinde konservatuvarda okutulmaya başlatılıyor.

Bu hikaye nasıl Türkiye’ye gelmiş dediğimiz zamansa tabii çok uzun bu her ne kadar duayenlerimiz olsa da, burada Jazz roof top’ta çalınan müzik haline geliyor. Elitistlerin hiç içine dışına bakmadan sanat istemesi sebebiyle background halinde arkada kalıyor. Tabii bu sonrasında devlet destekli olarak da geliştirilmeye çalışılıyor ama ne yazık ki geç kalınmış vaziyette. Türkiye’de durumlar bu şekilde ve dünya için konuşursak da anlattığım gibi 1950 sonunda popüler kültür sebebiyle Jazz’ın ana akımdan uzaklaşması. Bugün ne popüler diyorsan o zaman içerisinde o empoze edilmiştir.

Bizde ki en büyük sorunda kaliteli ve iyi olan şeyleri ayırt edememek ve bunun sebebi de eğitimdir tabii ki. Bir kişinin Jazz’la tanışması kaç yaşında olur diye sormak lazım. Mevzunun ne olduğunu anladığımız zaman tanışmamız gerekiyor. Türkiye’yle ilgili bir diğer sorunsa ara dönemimiz olmaması. Mesela karşılaştırma ödevleri yapıyoruz bazen. Dede Efendi’yle Strauss karşılaştırıyorsunuz. Gelişimdeki pek çok aşama atlanmış. Diyeceksin ki yakalanmalı mıydı? Atatürk zamanında yakalanmış tabii biraz ama kırıla kırıla bugüne kadar gelmiş.

Sonuç olarak ne zaman ki çocuğa dinletirsin o zaman olur işte. Çocuğa dinletilmeyen, öğretilmeyen şey elit olur. Bunun altını çizmemiz lazım.

 

Röportajımızın sonuna gelirken bu harika söyleşi ve bilgiler için çok teşekkür ediyoruz Onur Bey ve bu vesileyle de Dünya Jazz gününüz kutlu olsun!

Teşekkürler!

Yorum Yap